Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Erik Ağacı

Adam, pencereden dışarı baktığında, bahçelerindeki erik ağacının üstünde küçük bir çocuk gördü. Meyveler henüz bir leblebi kadardı ama, hiç bir çocuk buna aldırmıyordu. Bu yüzden de bir takım önlemler düşünmüş, bahçesiyle yolu ayıran taş duvar üstüne, dikenli tel çekmişti. Dış kapı üstüne de, büyük büyük harflerle: "Dikkat köpek var!." diye yazdırmıştı. Adam bunlara rağmen, haylazlara engel olamıyordu. Bu çocuk da nasıl yapmışsa yapmış, bu tellere rağmen ağaca tırmanmıştı. Üstelik de son derece rahat görünüyordu. Adam, önce camdan seslenmeyi düşündü. Fakat hemen vazgeçti. Çünkü çocuk, gözlerini ağaca dikmiş, âdeta dünyayla ilgisini kesmişti. Adam, bundan yararlanıp dışarı çıktı ve sessiz adımlarla ağaca yanaşarak: — İn bakalım aşağıya!. diye gürledi. İn de kulaklarını dibinden keseyim!. Çocuk, ancak yedi sekiz yaşlarındaydı. Bu yüzden de korkmuştu. Hem de çok fazlasıyla. — U...U!.. deyip bir şeyler geveledi, başını titreterek: Adam, biraz daha sinirlenmişti. Artistliğe hiç mi

Hediye

Adam 3 yaşındaki kızını, gayet pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı. Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip: "- Bu senin babacığım" dediğinde çok üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına. Bir gece evvel yaptığından utanarak, kutuyu açtı. Fakat kutunun içi boştu. Kızına gene çıkıştı: "- Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı. "- O kutu boş değil ki baba! İçini öpücüklerle doldurmuştum!" Babası o kadar çok üzüldü ki, koştu, kızına sarıldı. Beraberce ağladılar. Adam o kutuyu ömrünün sonuna kadar sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerden birini çıkarırdı.

Mor Menekşeler

Kendini bildi bileli mor menekseyi cok severdi. Cocuklugunun gectigi iki katli evin bahcesinde bahar geldiginde mor mor acar, mis gibi kokarlardi. Annesi mor menekseleri hep duvar kenarina dikerdi. Golgeyi sever menekseler derdi. Oysa; ogretmeni bitkilerin gunes isinlari ile fotosentez yapisini anlatmisti onlara. Bitkiler gunes isigina muhtacti. Mor menekseler ne tuhaf bitkilerdi. "Her bitki gunesi severken, onlar neden golgeyi tercih ediyorlar?" diye dusundu, durdu Hande. Kucuk, ufacik akli ile aslinda menekselerin diger ciceklerden farkli oldugunu kesfetmisti, iste belki de menekseler buyuzden bu kadar guzeldi. Kucucuk kafasi o gun herkesden farkli olursan, bu hayatta degerli olursun yargisina varmisti. Daha o yillarda farkli olmak icin ugras vermeye basladi. ilk, kimsenin yanina oturmak istemedigi, "Hacer'in yanina oturmak istiyorum ogretmenim." diyerek basladi farkliliklarla suren hayati. Hacer bile sasirmis, saskin saskin bakiyordu onun yuzune. Hacer, cok d

Terzi

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan

Buğday

Her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi: -Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi. -Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda, -Neden olmasın, dedi çiftçi. -Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.

Kahve Taneleri

Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. "Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum" demiş. Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı "Olur" demiş çekine çekine. Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş. Hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. "Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana" demiş oğluna. Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş. Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına. Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş. Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş. Sonra oğluna dönüp sormuş: "Ne görüyorsun?" Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. "Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yu

Öğretmek ve Öğrenmek

Öğretmen Mediha hanım, okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, çoğu öğretmen gibi öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa olan bir öğrenci vardı. Mediha hanım bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Mediha hanım onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük F (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu. Mediha hanımın her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı. Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli.

Sorun kimde?

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormuş ve karısının işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş. Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış; doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş. "Yapacağın şey şu, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla" O akşam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş. 40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Cevap yok Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Gene cevap yok Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş "Hayatım bu akşam yemekte ne var?" Hala cevap yok. Adam mutfağın

Sırdaş

Su, kendine sırdaş arıyordu. Önce buluta verdi sırrını. Ağır geldi sır buluta. Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını. Sonra göle gitti su. Ona anlattı derdini. Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için, zaman zaman taşıyordu göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu. Sonra nehre verdi su sırrını. Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. Dereye verdi. Dere biraz daha yavaş olsada nehirden , o da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze. Çağlayanlar, şelaleler, akarsular. Hepsi kayboluyordu bir anda. Sonra bir gün su takip etti dereyi. Dereye okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla, ırmaklarla okyanusa taşındığını. Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. Öyle de yaptı zaten. Tüm sırlarını okyanusa verdi. Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu. Geçen karşılaştık suyla. Bir bardaktaydı. Suskundu. Çok uğraştım konuşturamadım. Ben ta

Dünyayı Görebilmek

Bir zamanlar yer yüzünde kör bir genç yaşıyordu ve bu kör genç kendisinden nefret ediyordu çünkü kör bir yaşamı vardı. Göremediği için hiç birşeyi ve hiç bir kimseyi sevemiyordu herkesten ve her şeyden nefret ediyordu ama kız arkadaşı hariç. Kör yaşamında sevdiği tek şey kız arkadaşıydı. Bir gün kız arkadaşına eğer dünyayı görebilseydi onunla evlenmeyi kabul edebileceğini söyledi. Kız arkadaşı da onu çok mutlu ettiğini söyledi. Günlerden bir gün şans gencin yüzüne güldü ve birisi ona bir çift gözünü bağışladı. Sonra genç herşeyi görmeye başladı.Ağaçlarıçiçekleri; kısaca artık dünyayı görüyordu hatta kız arkadaşını bile. Kız arkadaşı ona sordu; "Şimdi artık her şeyi görüyorsun söylediğin gibi benimle evlenecek misin?" dedi. Genç şoktaydı kız arkadaşını gördüğünde dona kalmıştı çünkü kız arkadaşı kördü!. "Çok özür dilerim dedi genç seninle evlenemem çünkü sen körsün" dedi. Kız çok üzüldü ve yaşlı gözlerle ordan uzaklaşmaya başladı biraz ileri gidince durdu ve geriye d

Domates

Korkunç bir trafik kazasıydı. Oysa her şey ne kadar da güzel başlamıştı. Ailelerden ilk defa beraber tatile çıkmak için izin almışlardı. Arabayı götürme iznini de kopartmıştı babasından erkek. Kız ailesine yalan söylemişti tabii “okuldan kız arkadaşlarla tatile gidiyoruz” diye. Arabada mutlu birkaç gün geçirebilecekleri o sakin kıyıya doğru yol almaktaydılar. Hayat çok güzeldi. Ama trafik kazası korkunçtu. Tam o hızla gidilen yolun üstünde kavşaklardan birinde direksiyon kendi istediği gibi dönmeye başladı. Araba onların istemedikleri bir yöne doğru gitmeye başladı. Sanki araba durdu, yolun kenarındaki banketler arabaya doğru geldi. Geldi, geldi, geldi, geldi… Sanki üç dört saat boyunca geldi bu banket üstlerine. Korkunç ve çok sesli bir trafik kazası oldu. İnsan kaza anında nasıl hisseder, bunu kaza yapmayanlar asla bilemez. Arabayı kullanan erkek direksiyonun kendi kontrolünden çıkmasından sonra, bariyerlere çarpamadan hemen önce kızla göz göze geldi. “Yapabileceği bir şey yok k

Dört Mevsim

Bir zamanlar 4 oğlu olan bir adam varmış. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve peşin hükümlü önyargılı olmamaları için onları bu hususta eğitmek istemiş. Bu sebeple her birini uzak bir yerde bulunan bir ağacın yanına gidip, ona bakmalarını istemiş. İlk oğlan kış'ın gitmiş. İkincisi ilkahar'da. Üçüncüsü yaz'ın. Sonuncusu da sonbahar'da. Geri döndüklerinde hepsini çağırmış ve bir araya toplayıp ne gördüklerini sormuş. İlk oğlan, ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söylemiş. İkinci oğlan "hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı" diye itaraz etmiş. Üçüncü oğlan başka fikirdeymiş ve düşüncelerini şöyle dile getirmiş: "Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim" demiş. Sonuncu oğlan, hepsinin söylediklerinin noksan olduğunu. ağacın meyvelerle yüklü, canlı ve hayat dolu olduğunu belirtmiş. Sıra yaşlı adamın oğullarına vereceği derse gelmiş. Oturduğu yerden şöyle bir doğrulup geriye y

Yardım

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş. Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış: “Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!” Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş: “Eğer anlatırsan, demiş bedevi, Bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”

İplik ve İğne

Birgün padişahın huzuruna bir adam getirmişler. Adamın bir hüneri varmış. 100 adım öteden fırlattığı ipliği, 100 adım ötedeki iğnenin deliğine geçiriyormuş. Bunu başarmak tam 40 yılını almış. Padişah "Göster bakalım hünerini" demiş. Adam iğneyi bir sehpaya saplamış, sonra 100 adım geri gitmiş ve ipliği fırlatmış. İplik iğnenin deliğinden geçmiş. Padişah "Tekrarla, tesadüf olmasın yoksa" demiş. Adam tekrarlamış, gene isabet. Padişah tam 10 kere tekrarlatmış, 10'unda da iplik hedefi bulmuş. Padişah veziri çağırmış, "Şu adamı ödüllendirin. 100 altın verin, 100 de sopa vurun" Adam "Aman padişahım bu nasıl ödül" demiş.. Padişah da " 100 altın hünerin için, 100 sopa da böyle lüzumsuz bir işe yıllarını harcadığın için" demiş.

Bencil

"Bencil "yalnız " olarak doğmuştu. Çok büyük sıkıntıları vardı yaşama gözlerini açarken. Aç , güçsüz ve çaresizdi. Lakin bunu anlatacak çok güçlü bir silahı vardı Elinde " Gözyaşları" Sadece kendini düşünmeliydi çünkü sadece o vardı ve tek başına idi. Derken önce "Şefkat " daha sonra da " Sevgi" ile tanıştı. Onu hemen kollarına almışlar, giydirip ısıtmışlar, karnını doyurmuşlar, şarkılar söyleyip uyutmuşlardı. Onun bütün kaprislerine içten bir sıcaklıkla göğüs geriyordu onlar. Birde kalplerindeki en güzel duygularla sarıp sarmalıyorlardı onu büyürken "Bencil " şımarıktı. Onu dizginleyip uslandırmak oldukça güçtü. Bu yüzden bir süre sonra "Eğitim" devreye girdi. "Bencil" oldukça asi idi. bir süre dirense de "Eğitimin " tatlı dili ve nezaketi onu gitgide eğitime doğru çekti. Ama gene de bencil arasıra ortadan kaybolup "Oyun " denen eğlenceye kendini atıyordu artık ona benzeyen diğer " Benc

Güven

“İngiltere’de, yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine, ihtiyaçları oldukça kullandıkları; kredisi sınırsız çek defterleri yani limitsiz özel harcama yapma yetkileri vardır. İngiliz Devleti, yargıçlarına bu kadar çok güvenir. Bir gün yargıcın biri bankaya gidip, yazmış olduğu tam 1.000.000 poundluk bir çeki bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri, en üst makamdan onay almadan bu kadar yüksek miktardaki bir meblağı veremeyeceklerini söyleyip hemen İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlık gibi kurumlara telefonlar etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: Ödeyin ! Gel gelelim bankada dahi o kadar nakit yokmuş. Yargıca, ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün, para bir bavulun içinde hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Yargıç, çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istemekteymiş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı’nı bilgilendirmişler. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve yargıca, bu hareke

Az ile Öz

Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış. Az çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi-kötü ucundan kenarından okurmuş. eski Yunan’dan, eski Roma’dan, eski Türk’ten kitaplar okurmuş. Öz, Aisopos’u bile tanırmış. (yüz yüze görüşememişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dili Aisopos ustayla.) Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş. Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en k

Martılar

Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında. Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler. Tabii ki. Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşün en fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel

Huzur İçinde Yat

Donra’nın dördüncü sınıf öğrencileri geçmişte gördüğüm sınıflardan farklı değilmiş gibi görünüyorlardı. Öğrenciler beş sıra olarak sıralanmış altı sırada oturuyorlardı. Öğretmen masası en önde öğrencilere bakıyordu. Panoda öğrencilerin çalışmaları asılıydı. Bir çok açıdan geleneksel bir ilkokul havası hissediliyordu. Yine de sınıfa ilk girdiğimde bir şey bana farklı görünmüştü. Belirli bir heyecan söz konusuydu. Donna emekliliğine sadece iki yıl kalmış Michigan’da küçük bir kasaba öğretmeniydi. Ayrıca benim tarafımdan bölge çapında düzenlenmiş personel geliştirme projesine gönüllü olarak katkıda bulunuyordu. Eğitim sürecinde öğrencilerin kendilerini iyi hissetmeleri ve yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmeleri baz alınıyordu. Donra’nın işi eğitim sürecine katılmak ve sunulan kavramları uygulamaya koymaktı. Benim işim ise sınıf ziyaretleri yapıp uygulamaya hız kazandırmaktı. Arka sıralardan birine oturdum ve izlemeye koyuldum. Bütün öğrenciler bir şeyler yazıp karalıyorlardı. Benim yanımd

Mucize

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı. George'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu am

Son Yorumlar